21 Kasım 2007 Çarşamba

San Francisco

(Not: Bu yazı System Development Life Cycle’ın analistleri ilgilendiren aşamalarına göre yazılmıştır.Türkçe yazım kurallarına uygun değildir:)-Fark ettim ki tıpkı gerçek hayattaki gibi bu yazıda da “test”, “analiz”den uzun sürmüş :(- Biraz uzun olduğunun farkındayım, peşinen özür dilerim)
Kapsam

San Francisco kelimesi ,yağan yağmurun ardından çıkan gökkuşağı gibi, uzun süredir görmediğim bir dostu görmek gibi, bildiğimin farkında olmadığım bir şarkıyı söylemek gibi, tadını unutamadığım bir tatlıyı bir pastacı vitrininde görmek gibi, kışın çay içilen bir evde ocağın üzerindeki çaydanlığın yaydığı koku gibi, gecenin karanlığında tek başına araba kullanırken aniden önüme çıkan o araba gibi girdi hayatıma.

Bu gezi gündeme geldiğinde ne ABD'ye ne de San Francisco'ya gitmek için bir hayal kurmamışken ve buralara gitmeyi istememişken nasıl bu kadar heyecanlandığımı ben bile anlayamadım; öyle ki yakın ve uzak çevremdeki herkes benim ABD seyahatimi öğrendi. Olasıdır ki pek çok insan tarafından, bu tam bir görmemişlik olarak algılandı ama aslında yalnızca merak, korku ve heyecandı :) 'Merak'tı çünkü hiç gidilmeyen bir kıtaya "yeni dünya"ya gidiliyordu, 'korku'ydu çünkü Amerikan filmleri bu duyguyu yaratmayı başarmıştı, 'heyecan'dı çünkü bilinmiyordu.

Ön Analiz
Bu ilk heyecan dalgasını atlattıktan sonra bilet alma, otel seçme ve rezervasyon yapma gibi daha fiziki kısımlara geçtik. Ancak bunları yaparken aşmamız gereken bir adım vardı, vize. ABD vizesinin nedense efsaneleşmiş bir durumu vardı -ki- bu bizi bir hayli düşündürdü itiraf etmek gerekirse. Vize fotoğrafı bile bir olaydı..gülme, dişlerin gözükmesin, kulakların açıkta olsun filan.. Ben kendi vize fotomu görünce bu fotoğrafla bana vize filan vermezler diye düşünmüştüm :) Neyse, aşağı yukarı Schengen vizesinde istenen tüm belgeleri tamamladığımızda Gökhan ve benim küçük bir klasör evrak topladığımızı fark ettik. ABD vizesinin aşamalarını yazmak gerekirse ilki 16 USD verip PIN sahibi olmak (aynı aileden gidecekler tek bir PIN alabiliyor) ve bu PIN no ile ABD büyükelçiliğini arayıp randevu almak. Bu randevuyu aldıktan sonra "randevunuza 15 dakikadan erken gelmeyin, yanınızda telefon ve büyük çanta getirmeyin, 10 dk.dan fazla geç kalırsanız yeniden randevu almanız gerekir" gibi bilgilerin olduğu biraz tedirgin edici bir e-mail'i posta kutunuzda buluyorsunuz. İkincisi 100 USD olan vize ücretini Fortisbank’a ödemek. Üçüncüsü vize formunu doldurmak (https://evisaforms.state.gov/ds156.asp , 45 yaşından genç erkekler bir de DS157 yi dolduruyorlar). Sonuncusu ise verilen randevu tarihinde randevuya gidip önce doldurduğunuz formu/formları vermek, sonra parmak izi verip fotoğraf çektirmek ve en son olarak da görüşmeyi yapmak. Görüşmede bize gelir durumumuz, ABD'ye gidiş nedenimiz, kalacağımız yer, malımız mülkümüz ile ilgili sorular sordular. Görüşmenin sonunda da vizemizin onaylandığını söylediler ama hazırladığımız evrakları incelemek bir yana ellerine bile almadılar. Bu durum bende şüphe uyandırdığı için görevlilere yaklaşık 5 dakika arayla iki kez "bu evraklara bakmayacak mısınız, biz onları hazırlamak için çok uğraştık" diye sordum ve benim bu telaşlı halim Gökhan'ın hem çok gülmesine hem de benimle dalga geçmesine sebep oldu. Neyse ABD büyükelçiliğinin içinde bulunan UPS masasına gidip pasaportunuzun size gönderilmesini sağlamak için ödeme yaptığınızda artık büyükelçilik binasında işiniz bitmiş oluyor. Şahsen biz bu önemli olayı kutlamak için Boğaz'da kahve içmeyi tercih ettik :) Pasaportlarımızı bekleyerek geçen 2 günden sonra 10'ar yıllık vizelerimiz gelmişti.
Analiz


Vizeler geldikten sonra artık araştırma kısmına gelmiştik. Fakat gezimizin Gökhan’ın katılacağı bir eğitim nedeniyle yapılacak olması ve benim Gökhan’dan fazla gezecek olmam nedeniyle bu araştırma işi tahmin edileceği üzere bana kaldı. Bu durum “ sen gündüz gezersin akşam beni gezdirirsin” diyen Gökhan’a “bilmem, çok yorgun olmazsam olabilir” şeklindeki cevaplarımla gülüşmelere bile neden oldu.

San Francisco dediğimde herkes “gay şehri” yorumunu yaptı. Gezi gündeme gelene kadar ben bu şehrin böyle bir ünü olduğunu bilmediğimden, arkadaşlarımızın bu konudaki bilgisini takdir ederek ve benim de ABD’ye gitmemin aslında Gökhancığımı bu gay şehirde yalnız bırakmamak konusunda espriler yaparak araştırmalarıma başladım. San Francisco konusunda çok fazla Türkçe kaynak bulamadım desem yalan olmaz. Kitapçılarda satılan gezi rehber kitapları içinde bile bir tane San Francisco kitabı var ve biz bu kitabı aldık. Kitabın 2004 baskısı olmasına rağmen oldukça güncel bilgiler içermesi bizi oldukça sevindirdi diyebilirim. Gerçek kaynağım ise
www.onlyinsanfrancisco.com adresi oldu. Gitmem ve gitmemem gereken yerlerin listesini bu site sayesinde buldum, çıktılarını aldım. Bu aşamalar sırasında San Francisco’lu gönüllü rehberler tarafından düzenlenen ücretsiz kent turlarını (www.sfcityguides.org ) da keşfettim (ancak katılamadım) ve böyle bir etkinliğin olmasına çok şaşırdımJ Eğer İstanbul’da böyle bir güzellik yapılsa Eminönü-Mahmutpaşa-Kapalıçarşı hattına gönüllü olabileceğimi hayal bile ettim. Bu sayfaları incelerken girdiğim her sayfadan başka gözalıcı bir sayfaya link verilmesinin beni bir an önce sanal ortamdan gerçeğe dönmek konusunda nasıl sabırsızlandırdığını ama bazen de sonuca bir türlü ulaşamadığım için nasıl kızdırdığını şimdi bu yazıyı yazarken bile içimde hissediyorum (Tabii ki bir kadın olarak ABD’deki alışveriş ortamı ve fiyatlar konusunda da bilgi edindim.). Bu araştırma geliştirme çalışmalarım son güne kadar devam etti.

Uçuşumuz Cuma günü olmasına rağmen bir hafta önceki Cumartesi günü bavulumuzu hazırlamıştık, zira tüm tatillerde olduğu gibi bu tatilin öncesinde de akşamları mesaiye kalacağımızdan emindik :( Tahminlerimiz bizi yanıltmadı ve tüm hafta mesaiye kaldık. Fakat bu durumun bizim için en can sıkıcı tarafı Paticiğimizden 1 hafta erken ayrılmak oldu. Paticikten bir hafta erken ayrıldık ve bu bizim Patiyle birlikte geçirdiğimiz hayatımızdaki en uzun ayrılık oldu :(

Sabah uçağına bindiğimizde bana hala ABD’ye gidiyormuşuz gibi gelmiyordu, sanki 4 saat uçup İngiltere’ye gidiyorduk, İngiltere’ye inip bir sonraki uçağı beklemeye başladığımızda bu gerçeğin farkına vardım diyebilirim. İngiltere’ye uçarak Türkiye ile aramıza 2 saat fark koymuştuk ve Türkiye ile arasında 10 saat olan başka bir şehre uçmaya hazırlanıyorduk. İngiltere-San Francisco uçusu 10 saat sürüyor ve eğer ekonomi sınıfı biletle uçuyorsanız Hobbitler için dizayn edilmiş koltuklarda biraz rahatsız oluyorsunuz. Biz yolculuklarda uyumaya alışık olduğumuzdan bu süreyi rahat geçirdik ancak yolculukta benim yanımda oturan çocuk “ben 3 film seyrettim ve sen uyudun” diyerek mutsuzluğunu dile getirdi, sanırım kendisi uyuyamayan gruptandı. Ailede bir pilot olduğundan küresel ısınma nedeniyle “geçerken buzullara bakın belki bir daha göremezsiniz” şeklindeki tavsiyeyi cam kenarında oturmadığımızdan gerçekleştiremedik ama biz de birer film seyredip, yaklaşık 4 saat de uyuduğumuzda yolculuk bitmişti.

San Francisco’ya indiğimizde yerel saat ile 17:30 olmasına rağmen (Türkiye saati ile 03:30) havanın karanlık olması hiç hoşumuza gitmedi ancak British Airways ile yolculuk yapıp bavul kaybedenlerin hikayelerinin yanında bavulumuza kavuşmamız ve ABD’ye giriş işlemlerinin kısa sürmesi o uzun yolculuktan sonra bizim için sevinç kaynağı oldu. Nitekim İngiltere’den ABD’ye transferimizde laptop’ın ayrı kontrolü, kemer, ayakkabı ve paltoların çıkarılması dışında elle aramaya da maruz kaldığım için yalnızca güvenlikten geçip ABD’ye girmek benim pek hoşuma gitti.
Production’da Test

Havaalanından çıktık. Artık öğrendiğimiz herşeyi doğrulama ve bilmediklerimizi öğrenme aşamasına gelmiştik. Benim alandan çıkıp bineceğim bir araçta giderken Golden Gate’i görmek gibi bir beklentim vardı ama bu, o gün ve onu takip eden akşamlarda gerçekleşmedi çünkü Golden Gate akşamları sis nedeniyle hayalet bir köprüye dönüşüyordu eğer çok şanslıysak yalnızca köprünün ayaklarını görebildik.

Araştırmalarımıza göre havaalanından kalacağımız otel 40 USD tutuyordu bu rakam İstanbul’daki evimizden alana gitmek için ödediğimiz tutardan az olduğundan taksi ile gitmeyi tercih ettik. Taksi beklerken gördüğümüz kocaman limuzinler sanırım bize ABD’ye geldiğimizi hatırlatmak istiyorlardı, zaten o kadar yorulmuştuk ki bizim de bu tür hatırlatmalara ihtiyacımız vardı. Yine taksi beklerken insanların herşey için sıraya girme konusundaki disiplinlerini ve taksilerinin geliş gidişlerini yöneten kadının oradaki otoritesini hissettim. Neyse, yine bu kadının yönlendirmesi ile bindiğimiz taksideki navigasyon cihazı da bizim için bir ilkti. Cuma akşamı olduğu için bizi oldukça yoğun bir trafik karşıladı, ama bu taksi şoförümüzün ifade ettiği bir yoğunluktu; bizim İstanbul’da yaşadıklarımızın yanında oldukça light bir trafikti. Otele gelip taksi parasını ödeyecekken San Francisco’nun her anında yanımızda olacak olan vergi uygulaması (gıda, kitap, dvd ve giyimde %8,5) ile tanışacaktık. Gerçi kaynaklarda yazıyordu ama ben bunu ya tamamen atlamış ya da fiyatın içine dahil edilecek sanmış olmalıyım ki hesaplamalarda hep kafam karıştı. Sonuçta taksiye 40 USD ve 3 USD havaalanı vergisi ödeyerek otelimize giriş yaptık.

Odamıza bavulumuzu bıraktıktan sonra neredeyse hiç oturmadan kendimizi dışarı attık. Çünkü toplamda 19 saat süren yolculuğun yorgunluğundan oturduğumuz yerde uyumaktan korkuyorduk ve biraz bacaklarımızı açmaya ihtiyacımız vardı. Odamızın penceresinden görünen o güzel köprüye doğru (oranın Bay Bridge olduğunu sonra öğrendik) gitmeye karar vererek yürümeye başladık. Kaldığımız bölge San Francisco’nun finans merkezi(Financial District) olduğu için çok şık mağazalar ve lokantalar vardı ama o saatte sokaklarda pek insan göremedik. Önünden geçtiğimiz bir kaç pub ise oldukça kalabalıktı ve insanlar sokaklarda sigara içiyorlardı. San Francisco sırf bu yüzden bile sevilmeye layık bir şehirdi benim için, bir de Gökhan’a sorun :) Neyse o sokak bu sokak derken sahile ulaştık. biraz dolaşıp yine sahilde birşeyler atıştırmaya karar verdik. Midemiz British Airways’in kötü yemekleri ve birgünde yaklaşık 6-7 öğün yemekten çok da iyi durumda değildi. Benim tadına ve kokusuna hiçbir şekilde tahammül edemediğim domuz etinin baskın kokusu nedeniyle dışarıda yemeyi tercih ettik, sipariş verdiğimizde elimize tutuşturdukları çağrı cihazının çalışma mekanizmasını çözmeye çalıştıksa da başarılı olamadık. Sonradan öğrendik ki, sipariş hazır olduğunda bu alete çağrı geliyor. Burada yemeğimizi yerken ilk günün hatırası olsun diye kendimizin birlikte bir fotoğrafını çektik ama sonra hortlak gibi göründüğümüz için ben o fotoyu sildim, gerçekten de çok korkunç görünüyorduk

Bu şehirde Gökhancımla birlikte geçirebileceğimiz 2 tam gün vardı, bu günlerden ilki için uyandığımızda artık yorgun değildik. Televizyondan otel bilgilerimize ulaştığımızda gördüğümüz 42 USD lik konaklama vergisinin bir gecelik değil her gece için alındığı öğrenip bir şok yaşadık, oda ücretinin %14’ü kadar alınan bu harcama hesaplarımıza dahil ettiğimiz bir kalem değildi. Gökhan’ın şirketi gecelik en fazla 300 USD ödüyordu bu yüzden otelimizi değiştirmeye karar verdik. Ancak şehirde, tıpkı Gökhan’ın katıldığı Oracle OpenWorld gibi büyük organizasyonlar olduğu için otellerde yer yoktu, yer olanlar ise pek iyi durumda ve güvenilir bir bölgede değildi. Bu yüzden otelimizi değiştir(e)meden günlerimize devam ettik

Sabah yaşadığımız bu heyecandan sonra Golden Gate Park’a gitmeye karar verdik. Tüm yurtdışı gezilerinde olduğu gibi yine yürüyeceğimizi hisseden kocamın yüzündeki ifade çok komikti. Cumartesi sabahı 9:30 civarında sokaklarda yürüyorduk ve Starbucks’lar ve başkaca kahveciler dışında pek de açık bir yer görememiştik, bunun haftasonu için böyle olacağını sandık ama öyle olmadığını da yine sonraki günler de öğrendik. Pekçok mağaza 10 gibi açılıyor ve 18 gibi kapanıyordu. Hatta Starbucks’lar bile bulundukları konuma göre daha erken veya geç kapanıyordu. Ben çok çabuk yorulmuyordum ama Gökhan için arada bir kahve molası veriyorduk. İstanbul’un aksine Starbucks’lar çok ucuz olduğu (standart bir kahve 1.5 USD)için genelde de mola yerlerimiz belli idi. Yine kahve almak için girdiğimiz bir kapının sol tarafının Starbucks sağ tarafının ise Wels Fargo Bank olması, bizde bir statü simgesi olan bu cafelerin onların hayatının ne kadar içinde olduğunu anlamaya yetmişti. İki kahve, bir yemek molası, benim girip çıktığım sayısız dükkan ve uzuuun bir yürüyüşün sonunda Golden Gate Park’a gelmiştik. Bu arada bahsettiğim bu kahve yemek molalarında biz de “buradan sıraya giriniz” tabelalarını takip edip sıraya girdik; trafik ışıklarında biz yayalar için yanan beyaz renkli adamı takip ettik; otobüslerin ön kısmında yer alan ve bisikletlerin konulduğu bölümlere hayranlık duyduk; bebeklerini gezdiren babaların çokluğunu sevgiyle seyrettik; trafiksiz hayatın keyfine vardık; evlerin sakinliğine, mütevaziliğine iç geçirdik; yola adımımızı attığımızda geçmemiz için bize yol veren şoförlere minnet duyduk; arabaların ne kadar güzel, yolların nasıl da temiz olduğu konusunda yorumlarda bulunduk; hibrit otobüsleri görüp daha yeşil bir dünya adına sevindik; caddelerdeki genişlik ve ferahlığın refüj olmamasından kaynaklanıp kaynaklanmayabileceğini konuştuk; ne kadar çok spor yapan insan var, insanlar açık alanlarda ne kadar çok vakit geçiriyor dedik; parklar ne kadar büyük, temiz ve yeşil diye hayran kaldık; ne kadar çok self servis hizmet olduğunu, benzincide pompa alıp araca bezin doldurmanın nasıl birşey olduğunu, bazı yerlerde ne kadar güvene dayalı sistemler kurulduğunu öğrendik;ne çok dilenci var diye iç geçirdik; genel kullanıma açık ne çok tuvalet olduğunu ve bunların nasıl temiz kaldığını, erkekler tuvaletinde bile bebek bezi değiştirme standı olduğunu fark ettik; bu şehirde ne kadar yoğun bir sarı ırk nüfusu olduğunu ve bu arkadaşların da tıpkı Fransızlar gibi canları istediğinde İngilizce konuştuğu tespitinde bulunduk. Bu tespitlerin hepsi o güne ait değildir belki ama yeri gelmişken yazdım.

Golden gate park yürüyüşümüz sırasında başlayan yağmur biz oraya vardığımızda iyice şiddetlenmişti, bu yüzden tatilimiz sürecinde bir tek o gün yağmasını biraz şanssızlık olarak yorumluyorum. Kaynakların “insan eliyle yapılmış” en güzel park yorumunu yaptığı bu parkı yağış nedeniyle biz layıkıyla gezemedik. Ama en azından Japanese Tea Garden’a girdik, güneşli bir günde gitmeyi çok isterdim. Orada gördüklerimi hafızamda güneşli bir günde alacakları renklerle yeniden sakladım ve öyle hatırlıyorum. Burası oldukça büyük bir park ve tahminimizce insanlar haftasonlarında arabalarına binip buraya geliyorlar, gördüğümüz araç sayısı bizim bu yorumu yapmamıza neden oldu.Parkın içinde De Young müzesi var, buraya ve içinde cafeye sığınmak istedik ama müzeye girebilsek de bizim gibi düşünenlerin çokluğu nedeniyle cafenin keyfini çıkaramadık. Müzenin alışveriş merkezindeki ürünlerin bazılarının bizim köy kadınlarımızın işlediği oyalara benzemesi global dünya açısından hoşuma gitti. Kimbilir belki de gerçekten onlar işlemiştir :) Hava muhalefeti nedeniyle ve ıslandığımız için otele geri dönmek zorunda kaldık.

Daha önce de bahsettiğim gibi ben bu ülkeden kokuyordum ve hala da korkuyorum. Bu nedenle ikinci sabaha uyandığımda bu korku nedeniyle hafif gergindim, çünkü o gün Oracle’ın etkinliği başlıyordu, Gökhan yoktu ve ben yalnız olacaktım. Akşamdan kararlaştırd
ığımız gibi sabah oldukça erken uyandık çünkü kahvaltısı pek meşhur bir yere gidecektik.( Dooties True Blue Coffee
http://sanfrancisco.citysearch.com/profile/863575/ ) Mekan sabah 7:30 da (Pazar sabahı 7:30) açılıyordu ve saat 7’de sıraya girerseniz daha az sıra bekleyeceğiniz yönündeki yorumları internette okumuştuk. Erken uyanmamıza rağmen sokakları karıştırıp kaybolduğumuz için mekanın açılış saatinden önce orada olamadık ve yaklaşık bir saat sıra bekleyip masamıza oturabildik. Menü kitapçığında insani ölçülerde oldukça hızlı olmaya çalıştıklarını ama sabır beklediklerini okuduğumuzda tebessümlerimizi saklamayamadık . Gerçekten övgüye değer bir kahvaltıydı, biz de tavsiye ederiz; ayrıca servis de webde yazılan görüşlerdeki kadar yavaş değil bence :)Kahvaltıdan sonra Gökhan’la ayrıldık henüz heryer kapalı olduğundan ve ben kredi kartlarımla ehliyetimi otelde unuttuğumdan otele döndüm. Bundan sonra alışkanlık olacağı gibi resepsiyondan bir harita aldım ve odaya çıktım. Nasıldır bilinmez hergün bir harita parçalamak konusunda uzmanlık kazandık oralarda. Haritaya baktım ve kendimi şehrin göbeğine atmaya karar verdim. O günümü Market Street’te geçirecektim. Bir meydana bakan pek çok mağaza ve bu meydanın paralel sokaklarının da mağazalarla dolu olduğu bir yer hayal edin, işte orası Market Street. Bu arada bu seyahat için aldığım bol ve rahat pantolonumu bu şehrin insanlarının şık giyim tarzları nedeniyle giyemediğimi ve kot pantolonuma geri döndüğümü de ifade etmek isterim. Ayrıca bizim gittiğimiz dönemde hava o kadar güzeldi ki, hep tişört üzeri polarla gezdim. Bu kalınlıkta tek bir üst götürdüğümden bütün fotoğraflarım bu uniforma ile çıktı :( Bütün gün bu caddeleri arşınladım, kitapçılarda, müzik ve dvd dükkanlarında vakit geçirdim. Çok kadınsal bir gündü, Gökhan olsa kesin “sen gez ben şurada bir kahve içeyim derdi” :) akşam otele döndüğümde yorulmuştum yemek için dışarı çıktığımızda karşılaştığımız Türkler Oracle’ın etkinliğinin gerçekleştiği yerde bir adamın öldürüldüğünü söylediler, onlar da bu merkeze yakın bir yerde konakladıkları için biraz tedirgin olduklarını söylediler; bu benim gibi korkuları olan biri için hiç de iyi bir haber değildi. Zaten 19 sularında kapanan dükkanların önüne yerleşen evsizleri biz de farketmiştik ve biraz tedirgin olmuştuk. Bu, bizim için yeni bir durum, bir anlamda şehrin diğer yüzüydü ve biraz ürkütücüydü.
(Bundan sonraki günleri gün gün anlatamayacağım, hem çok uzun olacak ve hem de ben gün gün neler yaptığımı yazmadığımdan biraz unutmuşum)
Bel ağrısı ile uyandığım sabah bunun çok yürümekten mi, yoksa sert yatakta yatmaya alışmış birinin yumuşak bir yatakta yatmasından mı
olduğunu bilemedik. O sabah hareketlerim çok yavaşladı ve pek uzaklara gidemedim, akşam için Fishermans Wharf’a gitme planı yapmıştık, Gökhan da etkinlikten biraz erken ayrılacaktı. Market Street’de buluştuk, Cable Car ile (bildiğimiz tramvay) de o gün tanıştık. San Francisco’nun yokuşlarından her tarafı açık ve freni boşalmış gibi giden bir araçla inmek çok zevkli birşey. Orada olup yolcu çocukların çığlıklarını duymanızı ve iki Cable Car yanyana geldiğinde insanların birbirlerine el sallarken yüzlerine yansıyan mutluluğu görmenizi isterim. San Francisco’nun Cable Car gibi, heryerde önünüze çıkabilen atlıkarıncalar gibi, renk renk çeşit çeşit uçurtmalar gibi(Chinatown) beni çocuksu heyecanlara götüren bir yanı oldu, ki bunu çok sevdim. Cable Car gerçekten çok güzel bir deneyim ama bu ulaşım aracı daha çok bizim gibi turistler tarafından kullanılıyor. Sanırım BART’a( san Francisco tren/metro sistemi)kıyasla daha sınırlı bir güzergahının olması ve daha pahalı olması nedeniyle (Cable Car bir bilet 5 USD). Şehrin genelinde eskiden İzmir’de kullanılan troleybüsler (MUNI) kullanılıyor. Bunlara 1.5 USD karşığı biniyorsunuz, tam para vermeniz gerekiyor çünkü şoför para üstü vermiyor. Buradan aldığınız biletle 90 dakika içinde bir kez daha troleybüse binebiliyorsunuz.
Fishermans Wharf’ı çok hareketli ve turistik bir balıkçı kasabası olarak hayal edebilirsiniz. Buradan kalkan motorlarla Alcatraz adasına ya da Golden Gate köprüsüne gidilebiliyor. Biz Alcatraz adasına gitmemeyi tercih ettik. Nedense izlenen filmler yeterli gelmiş, bize hiç cazip gelmedi. Tabii ki burayla özdeşleşen PIER 39’daki deniz aslanlarının bağırtılarını unutmamak gerek. Çok oyuncu, neşeli ve gürültülü olan bu hayvanların onları ziyarete gelen herkesi güldürdüğüne şahit olduk.
Burası San Francisco merkeze göre biraz daha serince bir yer ve Golden Gate’e daha yakın ama dediğim gibi köprü akşamları pek görünmüyor. Karides,istakoz ve denizle ilgili aklınıza gelebilecek herşey var. Karides bir uzmanlık konusu sanırım. Tavsiye üzerine Bubba Gump’da yemek yedik
.(
www.bubbagump.com ) Forest Gump filminden yola çıkarak dekore edilmiş mekanda, duvarlarda filmden replikler de var, yemekler de lezzetli, tavsiye olunur. San Francisco’nun “sourdough” ismiyle satılan meşhur ekmeği de burada oldukça ön plana çıkıyor. Tam merkezde yer alan Boudin’i(orada ünlü bir ekmekçi) gezip ekmekleri gördüğünüzde zaten acıkmış oluyorsunuz J
Fishermans Wharf’a girip sağa gittiğinizde lokanta ve deniz aslanlarının olduğu; tarafa sola gittiğinizde ise Cannery ve Ghirardeli Square’in, deniz müzesinin olduğu kısma ulaşıyorsunuz. Cannery eski bir konserve fabrikasının bir yaşam alanına dönüştürülme projesi; şu anda içinde çok hoş cafeler ve lokantalar var. Ghirardeli Square ise bilenlerin bildiği ama benim yeni öğrendiğim o çok ünlü çikolata markasının fabrikasının olduğu yer. Buraya iki kez gittim ve o çikolata kazanlarının içine düşmek istedim. Çooooook güzel, lezzetli ve eğlenceli. Bu alanda da Golden Gate’i gören şık lokantalar var. Deniz müzesi ise kapalı olduğu için gezemedim.

Chinatown..Yaklaşık 1.5 günümü geçirdiğim bu mekan ABD sınırları dışında çıkmadan görebileceğiz en gerçekçi Çin mahallesi olarak adından bahsettiriyor. İnanılmaz bir görsel zenginlik, kalabalık ve koku dünyası. Algıladığım kokuların pek çoğu bana köpeğimiz Pati’nin mamalarını hatırlatsa da (sanırım kurutulmuş deniz ürünleri nedeniyle) onların bu dünyanın içindeki korkunç kalabalık ve hareketli yaşamları beni 1.5 gün oyaladı. Biraz tedirgin edici, biraz boşluğa bakarmış gibi bakan, biraz sizi tartan bu insanlara özgü yerel mağazalarda sake’den, suşi çubuklarına kadar herşeyi görebilmek, gezimiz başladığından beri hiç iç(e)mediğimiz çayın ritüelini görmek; oldukça ucuza inci, turkuaz, mercan ve daha bilmediğim bir sürü yarı değerli maden satan takıcıları gezmek, fotoğraf çekilmesini istememelerini anlamaya çalışmak, akşam olduğunda o adamların parkta neden gruplar halinde toplandığını anlayamamak, bazen sorularınız karşısında duvar gibi sessiz olmalarına sabır göstermek; ne büyük bir pagoda, ne şirin bir japon lambası derken saatlerin geçiverdiğini hissetmemek; uçurtmacılardaki uçurtmaların kuyruğuna takılıp hayal kurmak;tıpkı buradaki gibi orada da çin malının ucuz olduğu ve oranın İstanbul’daki Doğubank gibi bazı elektronik ürünlerin daha ucuz satıldığı bir yer olduğunu keşfetmek; uçurtma satan dükkanlarda kendinden geçmek; gerekli gereksiz ne çok şey icat edilmiş öğrenmek için çok iyi bir mekan. Hizmet sektöründe heryerde bu insanlar var. Marketteki kasiyer, CableCar’ın bilet satıcısı, oteldeki oda hizmetleri..aklınıza gelen heryerde. Renkleri gözümde, hep bağırarak konuşuyormuş gibi gelen sesleri kulağımda, sevdiğim veya hiç hoşlanmadığım kokuları burnumda kaldı :)

Kitapçılar, kütüphaneler..Toplamda sanırım yaklaşık 1.5 günümü de buralarda geçirdim. Sokak aralarındaki halk kütüphaneleri, kitapçılar ve hep adını duyduğumuz Barnes&Noble. Bizim gibi gereksiz şeyler için (örn: trafikte) çok zaman geçirmediklerinden mi, daha ucuz olduğu için mi, daha çok önemsediklerinden mi bilinmez çok okuyorlar ama gerçekten çok. Kitapçı ve kütüphanelerde değişik bir hava vardı..sessizlik, saygı, çevirilen sayfanın sesi, okuduklarını özümsemeye çalışan insanların düşünceli bakışları.. kendimi çok iyi hissettim

Müzeler..De Young, Asian Art , SF Museum of Modern Art müzelerini gezdim. Sergilenenler içinde yüreğim hop ettirecek güzellikte birşey göremedim, hep bir benzerini görmüşüm hissi bana eşlik etti. Ancak müzelerin yapılanması, konumu, müze ziyaretçilerine ve eserlere olan yaklaşım, ferahlığı, cafeleri, satış ofisleri bana hep “keşke” dedirtti, “keşke bizde de böyle olsa”

Parklar, bahçeler, meydanlar.. Oradayken hep çok erken uykumuz geliyordu. Neden sonra bunun dışarıda geçirdiğimiz sürenin uzun olmasından kaynaklanabileceğini düşündük. Parklar, bahçeler, çimenlikler spor yapan yetişkinler, oyun oynayan çocuklar, salatasını yiyen çalışanlar ya da çimlere uzanıp denizi seyreden insanlarla dolu. O ferahlık hissini, çime uzanıp denizi seyretme özgürlüğünü yaşadığım için kendimi şanslı buluyorum. Yerba Buena parkındaki çiçeklerin hepsine sevgiler gönderiyorum.

Sonoma..Şarap tadımına gittiğimiz vadi. Araba kiralayarak (kırmızı bir pontiac) gittiğimiz için bizim için iki kere heyecanlı olan, arabayla Golden Gate’den geçtiğimiz ve pek birşey göremediğimiz, “car pool” denen şeye gözlerimizle şahit olduğumuz, giderken sapağını kaçırdığımız, saat 18’de heryerin kapandığı, kocaman meydanı olan, meydandaki peynircideki peynirlerini tatmaya doyamadığımız, benim piknik sepeti alma hevesi duyduğum, ağaçlarına sonbahar gelmiş o güzel kasaba. Tattığımız şaraplar da, şarapları tattıran adam da, adamın tavsiye ettiği yerde (Della Santini) yediğimiz yemek de çok güzeldi. Ne iyi etmişiz de tura katılmayıp bireysel olarak gitmişiz J

Gumps.. Bir mağaza adı, keşke “çocukluğunuz hala yanınızda” gibi bir anlama gelen bir sloganı olsa. Oyuncak satıyor belki biraz fazla elit ve belki biraz daha pahalı. Ama içeri girip hayal kurmak; tüm o atlıkarıncaları, dönüp duran arabaları, dönme dolapları seyretmek bedava :)

The Stinking Rose.. Bir lokanta. Colombus caddesi üzerinde, bu cadde İtalyanların çok olduğu bir caddde, bir de pavyon tarzı yerler var. Lokanta, sarımsağı çok sevenler için uygun bir yer. Bize tavsiye edenler de bu şekilde tavsiye etmişlerdi. Herşeyde sarımsak var. Gökhan “silence of the lambs”, ben de tavuklu bir yemek yedim ama adını hatırlamıyorum. Güzeldi tavsiye ederiz. Ayrıca verdikleri sofra şarabı da British Airways’in şarapları yanında bizim Sarafin gibi kalıyordu belirtmek isterim.

Cheesecake Factory..Benim gibi cheesecake yapmak için kursa gitmişlerin ya da bu tatlıyı sevenlerin mutlaka gitmesi gereken bir yer.(
www.thecheesecakefaktory.com ) Çok beğendim hem de çok. Peynirden olduğunu tahmin ettiğimiz bir fark var tadında, burada o peynirleri bulmak ve öyle cheesecake yapmak istiyorummmmm

Temizlik..Ana caddelerde “şu saatler arasında araç parkedilmez, sokaklar temizlenecektir” uyarılarından istiyorum. Özenti ve görmemişlik de olsa, yağmur yağdığında pantolonumun paçasının çamur olmaması hakkımı, istediğim zaman beyaz pantolon giyme hakkımı istiyorum :(

Castro..Bir semt. Otel resepsiyonundan yalnız gitmemem konusunda uyarı aldığım Twin Peak’in de içinde bulunduğu merakımın içimde kaldığı yer.

Yosemite National Park ve Muir Woods..Yosemite dünyanın en büyük National parklarında biri,8 kişi olmadan tur kalkmadığından gidemedik. Muir Woods’a da gidemedik, ağaçlarına sarılamadık.

Walmart..ABD’de çok var demişlerdi, San Francisco’da yoktu. Oradan birşey alma hedefimiz olduğundan trene binip (üstelik tren biletini otomattan alırken yine macera yaşadığımız)inince otobanda yürümek zorunda kaldığımız bizim Carrefour’lara benzeyen, hizmet kalitesi düşük olan ve hayalkırıklığı yaşadığımız üstelik de aradığımızı bulamadığımız market :(

Şaraplar.. 3 USD’ye bile California şarabı var. Fakat aktarmalı uçacak ve aktarmanızı Avrupa’da yapacaksanız, eve getirmek üzere 1 şişeden fazla şarap almanızı önermem. ABD’den alabiliyorsunuz ama örneğin İngiltere gümrüğünde sorun çıkıyor.

McDonalds..McChicken’ın içindeki tavuğu çıkarıp ekmeğini yediğim yer :( Orjinalinden iyi yapıyoruz bence bu işi.


Mağazalar ve alışveriş..Spor ayakkabı, ayakkabı, dvd, cd gibi ürünler gerçekten bize göre ucuz. Biz outlet mağazalara gidemedik, oralar daha da ucuzmuş ama şehirdeki fiyatlar bile bize makul geldi. Bir kadın için çok tehlikeli bir yer, herşey çok albenili, gerekli gereksiz bir sürü şey alıp dönmek işten bile değil J (bu geziden üç ayakkabı alarak döndüğüm için uyarımı dikkate almanızı tavsiye ederim) Şükran günü yaklaştığı için şehrin her yerindeki çam ağaçları mağazaların sponsorluğunda süsleniyor ve bu haliyle şehir kocaman bir hediye paketine benziyor, her yer ışıl ışıl. Kuvvetle muhtemeldir ki bu kapsamda yapılan mağaza süslemelerine ciddi emek ve bütçe ayrılıyor ama olsun ellerine sağlık. Bir mağazada temaları (çocuklar için oyuncaklı süsleri olan, klasik kar temalı, barış temalı, San Francisco temalı vb..) farklı on çam ağacı görebiliyor hepsinde ayrı güzellikler keşfedebiliyorsunuz. Ben bu tür süslemelerin din ve dilden bağımsız olarak insanlarda bir heyecan yarattığını ve bir neşe kaynağını olduğunu düşündüğüm için bu süslemeleri seyretmekten çok zevk aldım.

Sokaklar..San Francisco deyince arkadaşlar hep “san francisco sokakları” diye bir dizi vardı diye yorum yaptı. O, polisiye bir diziydi diye hatırlıyorum ama ben böyle bir dizi çeksem herhalde Nob Hill ve Lombard Street’teki sokakların herbirine bir hikaye yazabilirim. Evlerin o mütevazi huzuru ve sokakların o inişli çıkışlı buluşması, kendinizi yokuştan aşağı bıraksanız mutlaka denize ulaşacakmışsınız hissi çook güzeldi. Sokaklar bu kadar güzel olmasa Cable Car da bu kadar popüler ve sevgi dolu olmazdı diye düşünüyorum
Kapanış

Son gün içime çöken o hüznün nedenini bilmekle birlikte yine de insanın memleketine dönerken böyle bir hüzün yaşamasının vicdan azabını yaşadım. Burayı çok sevdim Havasını, hayatın bizimkine göre daha kolay olmasını, zamanın daha anlamlı şeyler için harcanmasını, parklarını bahçelerini, kendi çocuklarını büyütebilen o genç anneleri, sözde değil gerçekten temiz olmasını, sokak çiçekçilerini, ayakkabı boyarken caz müziği dinleten ve “eğer cazı seviyorsanız kutuya para atın” çağrısı yapıp fotoğraf çektirmek için 1 USD isteyen o adamın yaklaşımını beğendim

Mevcut ekonomik durumumuzu devam ettirdiğiz taktirde gittiğimiz şehirlere bir daha gitme ihtimalimizi düşük görüyorum. Ama diğer taraftan da 10 yıllık vizemiz var neden olmasın diyorum.

Deprem kuşağındaki başı sisli, kokuları karışık, sokakları denize koşan şehir,
sen bize iyi baktın, San Francisco’lular da sana iyi baksın.

Ebru uk

27 Ekim 2007 Cumartesi

adım atarak başladı hayat ve öyle devam ediyor

hepimizin hayatta bir amacı olduğunu düşünüyorum. farkında olsak da olmasak da, bu amacı hissedebilmiş olsak veya yanından teğetler çizerek geçmeye devam etsek de bence bu böyle. tüm amaçlara saygı duyuyorum ama benim kariyer sahibi olmak, çok başarılı olmak, insanlık tarihine geçecek bir buluş yapıp gazetelere çıkmak, "en" çok çalışan, "en" iyi, "en" güzel, "en" nazik olma, "en" şık giyinme, "en" trendi olma, "en" iyi eş, "en" iyi evlat, "en" iyi kardeş ve belki de "en" iyi anne olma gibi bir amacım yok. çünkü bunların bir kısmı için yeteneğim yok, bir kısmı için ise gösterilecek çabanın nafile olduğunu, bu işin yani "en"lerin üstesinden gelsem bile sonuçlarının beni mutlu etmeyeceğini öğrenmiş ve fark etmiş bulunuyorum. hayatın kısa olduğunu, yalnızca üst-baş için para harcamanın, kitap okumanın, puzzle yapmanın, kocamla ya da en iyi arkadaşımla konuşmanın, deniz kıyısında güzel bir kahve içmenin beni doyurmadığının farkındayım. bu düşünceler hızlı bir şekilde kaleme alındığında insan doyumsuzlukmuş,tipik bir tüketim toplumu insanı söylemiymiş gibi geliyor ama bence bunun nedeni tamamen amaç.
Işıl'cım "allah seni gezesin diye yaratmış" demişti. buna artık ben de inanıyorum. ben gezerken ve hatta gezisini planlarken, uçağa/otobüse/arabaya binişini hayal ederken, bilmediği yerlerde avare avare gezinirken, uzuuun bir yola gözlerini dikmiş bakarken, başkalarının gezi keşiflerini dinlerken,istanbul'da bitirilen bir akşamı takip eden sabahı bambaşka yerlerin fırınlarından çıkan ekmeğin kokusuyla karşılarken, ulaşım için kullanılan aracın soğuk camına alnımı dayadığımda, hiç görmediğim bir günbatımını gördüğümde, uzun süre incelediğim haritaya rağmen yine kaybolduğumda, gezi bütçesi yaparken veya geri döndüğümde harcama fişlerine bakıp neresi olduğunu hatırlamaya çalışırken, gidilecek yerlerde ne yemem gerektiğini incelerken mutlu oluyorum. kavafis "demek gidiyorsun, peki kendini de götürüyor musun" demiş ya, eğer gittiğin yere kendini de götürüyorsan aslında gitmenin anlamının eksildiğini söylemiş ya; ben ona hiç katılmıyorum gittiğim her yere kendimi de götürüyorum. bazen sıkıntımı gezdiriyorum. beğendiğim şeyleri alıyor, artık değeri azalmış olanlarla yer değiştiriyorum, gittiğim yerlere aynalar koyuyor kendime bakıyorum; iyi miyim diye, hala insan mıyım diye, hala balon görünce heyecanlanıyor muyum diye.. bunları yaşadığım şehirde de yapabilirim biliyorum ama bazen insan herşeyi hiç tanımadığı birine anlatmak ister, ben de başka sokaklarda kendimi anlatıyor, onlardan kendimi dinliyorum sanıyorum.
Bir gezi yazarı, national geographic yazarı ya da çok zengin biri olsam da aynı heyecanı yaşar,aynı şekilde mutlu olur muydum bilmiyorum? Ama ölmeden önce insanın gözünün önünden hayatı geçermiş ya; ben işte o an, bu gezilerden birinde mümkünse sevdiğim biriyle azıcık şaşkınlık, azıcık merak, azıcık telaş ile sokaklarda gezdiğim anların gözümün önünden geçmesini diliyorum. madem mazide kalan hoş bir sada ve madem yanımızda birşey de götüremiyoruz; o zaman beni gezilerim uğurlasın : -)

işte bu nedenle gezilerimi ve onlardan biriktirdiklerimi burada yazmaya çalışacağım.

planlanan ilk gezi san fransico. 9/11 de gidiyoruz, dönünce burada olacağım

sevgiler

ebru uk.